içerik yükleniyor...Yüklenme süresi bağlantı hızınıza bağlıdır!

Tarih Hangi Bakış Açısıyla Öğrenilmeli?

Tarih, ne yazık ki yüzyıllar boyunca sarayların duvarları içinde, orduların gölgesinde ve kalemini iktidardan alanların elinde şekillendi. Her çağda güçlü olanın sesi yükseldi, onun zaferleri kutsandı, onun hataları örtüldü. Hangi padişah nerede savaştı, hangi kral hangi antlaşmayı imzaladı, hangi general hangi cephede kazandı diye anlatıldı hep. Ama o savaşta ölen köylünün çocuğu, o antlaşmayla tarlasını kaybeden yoksul, o zaferin arkasındaki kan, ter ve gözyaşı çoğu zaman görülmedi. Çünkü egemenler, sadece kendi hikâyelerinin okunmasını ister. Onlar için tarih, bir unutturma aracıdır. Bastırılanın, susturulanın, yoksullaştırılanın, sürgün edilenin hikâyesi yazılmaz. Bu yüzden tarih, yalnızca kral tahtında otururken değil; bir işçinin grevde, bir köylünün isyanda, bir annenin yas tutarken yaşadığı andır. Gerçek tarih, yalnızca yukarıdan değil, aşağıdan da bakıldığında görünür hale gelir.

 

Tarihin gerçek taşıyıcıları, çoğu zaman kitapların sayfalarına adını bile yazdıramamış insanlardır. Onlar, taş ocaklarında ölen maden işçileri, tarlasında ürününe el koyulan köylüler, sokakta dövülen kadınlar, fabrikada iş kazasında yaşamını yitirenler, sırf konuştuğu dil yüzünden dışlanan çocuklardır. Egemenler, tarih yazımında bu insanları “önemsiz ayrıntılar” olarak görür. Oysa insanlık tarihi, tam da bu “önemsiz ayrıntıların” toplamıdır. Çünkü halk susarsa, tarih eksik kalır; halkın sesi kısılırsa, geçmiş yalan olur. Bu nedenle tarihi anlamak isteyen birisi, sadece galiplerin anlattığına değil, bastırılanların neye karşı ayağa kalktığına da bakmalıdır. Çünkü halk ayağa kalktığında, tarih yön değiştirir.

 

Roma İmparatorluğu bu çarpıklığın ilk büyük örneklerinden biridir. Roma tarihi, genellikle imparatorların görkemli heykelleriyle, senato tartışmalarıyla ve zaferle sonuçlanan seferlerle anlatılır. Antik tarihçiler – Livy, Tacitus, Plutarkhos gibi – çoğunlukla aristokrat sınıftandı ve yalnızca kendi sınıflarının hayatına dair yazdılar. Kölelerin, sıradan yurttaşların, kadınların, işçilerin hayatı sadece bir olay olduğunda, örneğin bir isyan patlak verdiğinde kayda geçti. Spartaküs İsyanı da böyleydi. MÖ 73-71 yıllarında gladyatör Spartaküs’ün önderliğinde patlayan köle ayaklanması, Roma tarihinde bir “düzen tehdidi” olarak anılır. Plutarkhos ve Appian gibi tarihçiler bu isyanı yazdılar ama yalnızca Roma’nın merceğinden bakarak. Hiçbiri Spartaküs’ün ordusundaki kölelerin neden isyan ettiğini, ne umduklarını, nasıl bir yaşam sürdüklerini yazmadı. Kölelerin sesini duyuracak bir kaynak bırakılmadı. Oysa bu isyan, zincirleri kırma arzusunun, insan onuru için verilen mücadelenin çığlığıydı.

 

Bugünden bakıldığında Spartaküs’ün mücadelesi, sadece Roma’ya karşı bir ayaklanma değil, bütün köleci düzene karşı insanlığın onur savaşıdır. Voltaire’in “tarihteki tek haklı savaş” dediği bu mücadele, aslında tarihin hangi taraftan yazıldığını gösteren bir ibret tablosudur. Bugün Spartaküs, heykellerde, tiyatro oyunlarında, filmlerde bir kahraman olarak yer alırken, onun mücadelesinin özünü tarih uzun süre görmezden gelmiştir. Egemenlerin yazdığı tarih, onun zincirlerini değil, onu zincire vuranları yazdı.

 

Benzer şekilde, Sezar’ın Galya Seferleri de Roma’nın kendi zaferini nasıl yücelttiğini gösterir. Sezar, Galya Savaşları adlı eserinde Galya halkını “barbar” olarak tanımlar. Roma’nın Galya’yı “uygarlığa kavuşturduğunu” anlatır. Oysa bu süreçte bir milyon Galyalı öldürüldü, bir milyon kişi köleleştirildi. Plutarkhos bu rakamları aktarırken bir dram anlatmaz; bir başarı listeler. Galya’da yakılan köyler, köleleştirilen çocuklar, işkenceyle sorgulanan direnişçiler yok sayılır. Fethedilenlerin neler yaşadığını, nasıl yok edildiklerini anlatan bir Galya kaynağı yoktur. Çünkü sömürge edilenin sesi yok sayılmıştır. Sezar kendi zaferini anlatırken halkların yası silindi. Bu yüzden tarih, yalnızca Sezar’ı değil, Galya halkını da anlatmadıkça eksiktir.

 

Osmanlı İmparatorluğu’nda tarih, daha da büyük bir suskunlukla örülüdür. Resmî tarih anlatımı, padişahların kahramanlıklarını, fetihleri, saray entrikalarını, diplomatik başarıları anlatır. Ama 600 yıllık bir imparatorluğun sıradan halkı, o başarıların neresindeydi? Köylüler, vergi altında ezilirken; esnaf, savaşlarda iflas ederken; halk, kuraklıkta aç kalırken; tımar sahipleri zenginliklerine zenginlik katarken, bu uçurumu yazan pek olmadı. Celâli İsyanları, halkın bu adaletsiz düzene karşı attığı en büyük çığlıktı. 16. ve 17. yüzyıllarda Anadolu’da yüz binlerce insan, adaletsizliklere karşı ayaklandı. Fakat tarih kitaplarında bu isyanlar “eşkıyalık hareketi” olarak damgalandı.

 

Oysa Karayazıcı Abdülhalim gibi halk önderleri, yalnızca başkaldırılar örgütlemedi; aynı zamanda halkın ortak derdini dillendirdi. Devletin düzeni çökmüş, köylü tarlasını süremez hale gelmiş, sipahiler geçim kaynağını yitirmişti. Toplumun geniş kesimleri sefalet içindeyken saray seferler düzenliyor, yeni camiler yaptırıyor, görkemli ziyafetler veriyordu. Kuyucu Murad Paşa, bu ayaklanmaları bastırırken on binlerce insanı idam ettirdi, cesetlerini kuyulara doldurdu. Ancak bu zulüm, halkın hafızasında silinmedi. O isyanlar, halkın adaletsizliğe karşı direniş belleğinde yer etti. Bugün Anadolu’nun pek çok bölgesinde halk anlatılarında Celâliler hâlâ “zalim padişaha karşı duranlar” olarak anılır.

 

Orta Çağ Avrupa’sında da benzer bir tablo vardı. Tarih, papaların, kralların, şövalyelerin hikâyeleriydi. Ama halk, köylüler, serfler, işçiler sadece vergiyle, angaryayla, kıtlıkla tanımlandı. Ta ki isyan ettiklerinde, tarihe kendi adlarını yazdıklarında görünür oldular. 1381 İngiltere Köylü İsyanı bu açıdan çarpıcıdır. Kafa vergisiyle ezilen köylüler, “soylularla doğuştan gelen bir eşitsizlik olmaz” diyerek isyan etti. John Ball’un “Adem ile Havva çapa sallarken, kim soyluydu?” sorusu, bütün sınıf ayrımlarını yerle bir eden bir haykırıştı. Bu sorunun ardında yalnızca bir itiraz değil, tarihsel bir eşitlik talebi yatıyordu.

 

Ancak bu isyan da bastırıldı. Wat Tyler kralla görüşürken öldürüldü, isyancıların liderleri idam edildi. Fakat halk geri adım atmadı. O gün olmasa da, bu eşitlik talebi sonraki yüzyıllarda yeniden yankılandı. 18. ve 19. yüzyılda işçi sınıfı mücadelelerinde, Fransız Devrimi’nde, sosyal haklar mücadelesinde bu isyanın yankıları vardı. Ama tarih kitaplarında bu olay, sadece bir “köylü kalkışması” olarak yer aldı. Çünkü halkın talepleri, her zaman egemenlerin anlatısında tahrif edilir.

 

Sanayi Devrimi ise modern dünyanın dönüşümünde en büyük kırılmalardan biriydi. Buhar makineleri, dev fabrikalar, çelik raylarla örülen şehirler, sermayenin yükselişi… Tüm bunlar, geleneksel tarih anlatısında bir uygarlık atılımı olarak sunulur. Mucitlerin, yatırımcıların, girişimcilerin “azmi” övülür. James Watt, Stephenson, Arkwright gibi isimler göklere çıkarılır. Oysa bu büyümenin altında, görünmez bir emek ordusunun, acılarla örülmüş bir toplumun ayak izleri vardır. Bu gelişmelerin bedelini kim ödedi? Kimler buharın tazyiki altında yorgun düştü, kimler çarkların arasında sıkıştı, kimler yaşanmadan ölen çocuklarını gömdü?

 

Manchester’ın işçi mahallelerinde yaşam, ilerleme masallarına sığmayacak kadar karanlıktı. 1830’ların sonunda yapılan sağlık raporları, çocukların yarısından fazlasının beş yaşına gelmeden öldüğünü gösteriyordu. Rutubetli bodrumlarda üst üste yaşayan aileler, hastalık, açlık ve ölümle iç içeydi. Kadınlar günde 14-16 saat pamuk fabrikalarında çalışıyor, ardından evde çocuklarına bakmak zorunda kalıyordu. Erkekler madenlerde çöküyordu, küçük çocuklar ise dar tünellere sokulup kömür taşıyordu. Çocuk işçiliği sıradan bir durumdu. Üstelik bu ağır çalışma, kıt kanaat bir yaşama yetiyordu. Bu sömürünün adını, tarih “sanayileşme” koydu. Ama o çarklar dönerken ezilen, insanlıktı.

 

Luddite hareketi bu insanlık dışı koşullara karşı bir çığlıktı. Makineler üretim bantlarına girdikçe, nitelikli işçiler işsiz kalıyor, geçim kaynakları elinden alınıyordu. İşçiler makineleri kırarak, bir umutsuzluk haykırışı attı. Ama tarih onları “geri kafalılar”, “teknoloji düşmanları” diye anlattı. Oysa Luddite’lar makineleri değil, emeğin değersizleştirilmesini hedef almıştı. 1812’de birçok Luddite işkenceden geçirildi, bazıları idam edildi. Bugün onların adını anan pek yok. Ama onların mücadelesi, insanın makineye karşı değil, makinenin ardındaki sermaye gücüne karşı mücadelesiydi.

 

Peterloo Katliamı da benzer bir sessizliğin kurbanıdır. 16 Ağustos 1819’da Manchester’da St. Peter’s Field’de yaklaşık 60.000 kişi, ekonomik krize ve oy hakkı taleplerine dikkat çekmek için toplandı. Kadınlar, çocuklar, işçiler, ellerinde barışçıl pankartlarla meydandaydı. Ama iktidar bu topluluğu tehdit olarak gördü. Atlı birlikler meydanı bastı, kılıçlarla saldırdı. En az 18 kişi öldü, 400’den fazlası yaralandı. Bu katliam, Waterloo Savaşı’na atıfla “Peterloo” diye anıldı. Egemen sınıf bu kanlı saldırıyı “düzeni korumak” diye açıkladı. Bugün ise Peterloo, halkın barışçıl taleplerine karşı devletin nasıl bir şiddet aygıtına dönüşebileceğinin en somut örneğidir.

 

Sömürgecilik dönemi ise tarihin en büyük insanlık suçlarını “medeniyet götürme” yalanıyla gizlemeye çalıştığı bir çağdır. 15. yüzyıldan itibaren Avrupa krallıkları, dünyayı paylaşma yarışına girişti. Kristof Kolomb’un 1492’de Amerika kıtasına ayak basması, okullarda “keşif” diye anlatıldı. Oysa o kıyıya adım atması, milyonlarca yerli halkın kıyımının başlangıcıydı. Kolomb ve ardılları, Karayipler’den Peru’ya kadar halkları köleleştirdi, işkenceden geçirdi, kadınları tecavüze uğrattı, dinlerini yok etti. Fakat uzun yıllar tarih kitaplarında Kolomb bir “kahraman kâşif” olarak yazıldı. Onun gemilerle değil, yalanlarla taşıdığı “medeniyet”, halklar için kan, gözyaşı ve ölüm anlamına geliyordu.

 

Afrika’da Kongo örneği, sömürgeciliğin en karanlık yüzlerinden biridir. Belçika Kralı II. Leopold, Kongo’yu şahsi mülkü haline getirmişti. Kauçuk toplamakla görevli yerli halk, günlük kotayı dolduramazsa elleri kesiliyor, köyler yakılıyor, çocuklar öldürülüyordu. Bu sistemde 10 milyona yakın insan ya öldürüldü ya da açlık, hastalık ve işkenceyle yaşamını yitirdi. Avrupa’daki resmî belgelerde bu dönem “ticari gelişim” ve “medeniyetin yayılması” diye anıldı. Oysa yaşananlar, tarihin görmezden geldiği bir soykırımdı. Bugün bile birçok Batı ülkesinin müzelerinde Kongo’dan yağmalanmış eserler sergileniyor. Ama o eserlerin ardındaki eller, tarih kitaplarında hâlâ yok.

 

Hindistan’daki 1857 isyanı, uzun süre İngiliz tarihçiliğinde “Sipahi Ayaklanması” olarak küçümsendi. Ancak Hindistan halkı bu isyanı, kendi kaderini tayin etme arzusunun ilk adımı olarak gördü. Sömürgeciler, Hint askerlerinin dini duygularını aşağılayan davranışlarla gerilimi tırmandırdı; fakat olay büyüdüğünde İngiltere, kanlı bir bastırma süreci başlattı. Yüzbinlerce Hintli idam edildi, köyler yakıldı, aileler parçalandı. Ama tarih bu isyanı uzun süre “düzen bozucu bir kalkışma” diye yazdı.

 

20.yüzyılda yaşanan dünya savaşları bile, egemenlerin anlatımıyla şekillendirildi. I. Dünya Savaşı, Avrupa devletlerinin paylaşım mücadelesiydi. Ama savaş meydanlarında ölenler sadece Fransız, Alman ya da İngiliz askerleri değildi. Hindistan’dan, Afrika’dan, Avustralya’dan getirilen askerler de bu kanlı oyunun parçasıydı. Yaklaşık 1,3 milyon Hintli asker İngiltere için savaştı, 74.000’i hayatını kaybetti. Ama ne anıtları dikildi, ne adları yazıldı. Fransız ordusundaki Senegalli askerler de aynı şekilde cepheye sürüldü. Ama zafer geçitlerinde onların yeri yoktu. Onlar, yalnızca savaşın yükünü omuzlayan ama unutulmaya mahkûm edilen birer gölgeydi.

 

II. Dünya Savaşı ise “iyi” ile “kötü”nün savaşı olarak anlatıldı. Faşist rejimlerin yıkılması bir zorunluluktu, ancak bu savaşın halklar üzerindeki yıkımı da göz ardı edilmemeliydi. Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombaları, “savaşı bitirdiği” gerekçesiyle meşrulaştırıldı. Ama yüz binlerce sivilin bir anda buharlaşarak öldüğü bu olay, uzun süre Amerikan tarihçiliğinde bir “zafer anı” olarak yazıldı. Oysa Japon halkı için bu, insanlığın en büyük travmalarından biriydi. Bugün bile o şehirlerde kanserle boğuşan binlerce insanın hikâyesi, o bombaların gölgesinde sürüp gidiyor.

 

Savaşın en ağır yükünü çekenlerden biri de Sovyet halkıydı. Yaklaşık 27 milyon insan – kadın, çocuk, asker, sivil – bu savaşta hayatını kaybetti. Nazi Almanyası’nın yenilmesinde Stalingrad, Kursk gibi doğu cepheleri belirleyici oldu. Ancak Batı tarihi, savaşı sadece Normandiya çıkarmasıyla başlatır, sanki Almanya’yı sadece ABD ve İngiltere durdurmuş gibi anlatır. Bu, halkların gerçek fedakârlığını ve tarihteki rolünü küçültmektir. Aynı şekilde, Holokost da ilk zamanlarda Nazilerin belgeleriyle, “failin gözünden” anlatıldı. Oysa asıl anlatı, hayatta kalanların tanıklıklarıyla, ağıtlarla, sessiz fısıltılarla tamamlandı.

 

Bütün bunlar, bize tarihin yalnızca zaferlerle değil, yenilgilerle; yalnızca fetihlerle değil, direnişlerle; yalnızca saraylarla değil, gecekondu mahalleleriyle yazılması gerektiğini gösterir. Çünkü bir komutanın yükselişi, binlerce yoksulun ölümüne dayanıyorsa; bir ülkenin bağımsızlığı başka bir halkın köleleşmesine neden oluyorsa; o tarih eksiktir, o tarih adaletsizdir.

 

Gerçek tarih, halkın kendi hikâyesini anlatmaya başladığı andan itibaren başlar. Susturulanın konuştuğu, unutulanın hatırlandığı, bastırılanın ayağa kalktığı her an, tarihin yönü değişir. Bu yüzden, tarih yalnızca yukarıdan değil; sokaktan, atölyeden, tarladan, meydandan da yazılmalıdır. Ancak o zaman insanlık, kendi gerçek geçmişine ulaşabilir ve kendi kaderini kendi elleriyle çizebilir. Ve ancak o zaman tarih, insanlık için gerçekten öğretici, yol gösterici ve dönüştürücü bir miras haline gelir.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
FACEBOOK YORUM
Yorum